Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

20 Şubat 2012 Pazartesi

Lozan Antlaşmasının Tarihi ve Ne Zaman Bitiyor? 2023

Lozan'ın geçerlilik süresi 100 yıldır.İmzalanma tarihi 24 temmuz 1923'tür.Yürürlülüğü devam etmektedir.Lozan Antlaşması İsmet İnönü tarafından imzalanmış olup,Türkiye ile Fransa,Japonya,İtalya,Birleşik Krallık,Yunanistan,Romanya ve Yugoslavya arasında imzalanmıştır.
Lozan Antlaşması Tarihi
Lozan Antlaşması, 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lozan şehrinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika, SSCB ve Yugoslavya temsilcileri tarafından, Lozan Üniversitesi salonunda imzalanmış barış antlaşmasıdır.
Konferansa önce Başvekil Rauf Orbay katılmak istemiştir. Fakat Atatürk İsmet Paşa'nın katılmasını istemiştir. (Nedeni; Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzayanların vatan haini olarak kabul edilmesidir. Buna bağlı olarak Mustafa Kemal, Lozan'a Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzalayan Rauf Orbay yerine İsmet İnönü'yü göndermeyi uygun bulmuştur.) Mudanya Ateşkes Antlaşması'nın imzalanmasından sonra İtilaf Devletleri 28 Ekim 1922'de TBMM Hükümeti'ni Lozan'da toplanacak olan barış konferansına davet ettiler.
Mustafa Kemal Paşa Mudanya görüşmelerine de katılan İsmet Paşa'nın Lozan'a baştemsilci olarak gönderilmesini uygun buldu. İsmet Paşa Dışişleri Bakanlığına getirildi ve çalışmalar hızlandırıldı.
İtilaf Devletleri Lozan'a İstanbul Hükûmeti'ni de davet ettiler. Bu duruma tepki gösteren TBMM, 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırdı.
TBMM Hükûmeti Lozan Konferansı'na katılarak Misak-ı Milliyi gercekleştirmeyi, Türkiye'de bir Ermeni devletinin kurulmasını engellemeyi, kapitülasyonları kaldırmayı, Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunları (Batı TrakyaEge adaları, nüfus degişimi, savaş tazminatı) çözmeyi ve Türkiye ile Avrupa devletleri arasındaki sorunları (ekonomik, siyasal, hukuksal) çözmeyi amaçlamış Ermeni yurdu ve kapitülasyonlar hakkında anlaşma sağlanamazsa görüşmeleri kesme kararı almıştır.
20 Kasım 1922'de Lozan görüşmeleri başladı. Osmanlı borçları, Türk - Yunan sınırı, boğazlar, Musul, azınlıklar ve kapitülasyonlar üzerinde uzun görüşmeler yapıldı. Ancak kapitülasyonların kaldırılması, İstanbul'un boşaltılması ve Musul konularında anlaşma sağlanamamıştır. Temel konularda tarafların tavize yanaşmaması ve önemli görüş ayrılıkları çıkması üzerine 4 Şubat 1923'te görüşmelerin kesilmesi savaş ihtimalini yeniden gündeme getirmiştir.
Mareşal Mustafa Kemal Paşa Türk Ordusu'na İzmit ve Silivriye yığınak yapmasını emretmiştir. Bunun üzerine İzmit ve İstanbul'a karşı yığınak yapmaya başlandı.
Taraflar arasında karşılıklı verilen tavizler ile görüşmeler 23 Nisan 1923'te tekrar başlamış, 23 Nisan'da başlayan görüşmeler 24 Temmuz 1923'e kadar devam etmiş ve bu süreç Lozan Barış Antlaşması'nın imzalanması ile sonuçlanmıştır.
Lozan Antlaşmasının Sonuçları
Türkiye-Suriye Sınırı: Fransızlarla imzalanan Ankara Anlaşması'na göre kabul edilmiştir. Irak Sınırı: Musul üzerinde antlaşma sağlanamadığı için, bu konuda İngiltere ve Türkiye Hükûmeti kendi aralarında görüşüp anlaşacaklardı. Türk-Yunan SınırıMudanya Ateşkes Antlaşması'nda belirlenen şekliyle kabul edildi. Meriç Nehri'nin batısındaki Karaağaç istasyonu ve Bosnaköy, Yunanistan'ın Batı Anadolu'da yaptığı tahribata karşılık, savaş tazminatı olarak Türkiye'ye verildi.Adalar:Gökçeada ile Bozcaada Türkiye'de, diğer Ege Adaları Yunanistan'da kaldı. Yunanistan'ın Türk sınırına yakın adaları silahsızlandırması kararlaştırıldı. Böylece,Balkan Savaşı sonrasında imzalanan Atina Antlaşması (1913) gereğince I. Dünya Savaşı başladığında ve savaş boyunca da Osmanlı toprağı olarak kalan Ege adalarıYunanistan'a bırakılmış oldu. Türkiye-İran Sınırı: Osmanlı İmparatorluğu ile Safevî Devleti arasında 17 Mayıs 1639'da imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması'na göre belirlenmiştir. Kapitülasyonlar: Tamamı kaldırıldı. Azınlıklar: Lozan Barış Antlaşması'nda azınlık, Müslüman olmayanlar olarak belirlenmiştir. Tüm azınlıklar Türk uyruklu kabul edildi ve hiçbir şekilde ayrıcalık tanınmayacağı belirtildi. Antlaşmanın 40. maddesinde şu hüküm yer almıştır: "Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, hem hukuk bakımından hem de uygulamada, öteki Türk uyruklarıyla aynı işlemlerden ve aynı güvencelerden yararlanacaklardır. Özellikle, giderlerini kendileri ödemek üzere, her türlü hayır kurumlarıyla, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini serbestçe yapma konularında eşit hakka sahip olacaklardır."[2] Batı Trakya'daki Türklerle, İstanbul'daki Rumlar dışında, Anadolu ve Doğu Trakya'daki Rumlar ile Yunanistan'daki Türkler'in mübadele edilmeleri kararlaştırıldı. Savaş tazminatları: İtilaf Devletleri, I. Dünya Savaşı nedeniyle istedikleri savaş tazminatlarından vazgeçtiler. Sadece Yunanistan savaş tazminatı olarak Karaağaç bölgesini verdi. Osmanlı'nın borçları: Osmanlı borçları, Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrılan devletler arasında paylaştırıldı. Türkiye'ye düşen bölümün taksitlendirme ile Fransız frangı olarak ödenmesine karar verildi. Düyun-u Umumiye de böylece tarihe karıştı. Boğazlar: Boğazlar, görüşmeler boyunca üzerinde en çok tartışılan konudur. Sonunda geçici bir çözüm getirilmiştir. Buna göre askeri olmayan gemi ve uçaklar barış zamanında boğazlardan geçebilecekti. Boğazların her iki yakası askersizleştirilip, geçişi sağlamak amacıyla başkanı Türkolan uluslararası bir kurul oluşturuldu ve bu düzenlemelerin Milletler Cemiyeti'nin güvencesi altında sürdürülmesine karar verildi. Böylece Boğazlar bölgesine Türk askerlerinin girişi yasaklandı. Bu hüküm, 1936 yılında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile değiştirilmiştir.[1] Yabancı okullar: Eğitimlerine Türkiye'nin koyacağı kanunlar doğrultusunda devam etmesi kararlaştırıldı. Patrikhaneler: Dünya Ortodokslarının dini lideri durumundaki patrikhanenin siyasi yetkilerinden arındırılarak İstanbul'da kalmasına izin verildi.

15 Ekim 2011 Cumartesi

BALKANLARDA "ARNAVUT SORUNU"



Balkanlar, Batı ve Orta Avrupa ile Ortadoğu arasında bir köprü durumunda olan, geçmişten günümüze göç, ulaşım ve ticaret yollarının geçiş güzergahında bulunan önemli bir yarımadadır. Karadeniz ve Ege Denizi ile birlikte orta ve doğu Akdeniz’i kontrol edebilen coğrafi konumu nedeni ile stratejik bir öneme sahip olan Balkanlar, Doğu bloğunun çökmesinden sonra değer kazanan Hazar Bölgesi enerji kaynaklarının dünya pazarlarına taşınmasında ciddi bir rol verilmesi düşünülen bölgelerden biridir.[1]

Balkanlar, din, mezhep ve etnik açısından dünyanın en karışık ve istikrarsız bölgelerinden biridir. 19. yüzyılda Osmanlı’nın dağılma sürecine girdiği bir dönemde bozulan barış ve istikrar ortamı, II. Dünya Savaşı sonrasında nispeten iyileşme göstermişse de Soğuk Savaşın bitmesinden sonra yeniden ciddi bir şekilde bozulmuştur. Bugün Balkanlarda önemli ve çözüme kavuşturulamamış sorunlardan biri de “Arnavut Sorunu”dur.


Sorunun Kökenleri:


Arnavut Sorunu, 19. yüzyılın son döneminde ortaya çıkmıştır. Bu sorunun ortaya çıkışında birçok iç ve dış etken rol oynamıştır.[2] 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında imzalanan Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları ile Arnavutların yaşadıkları bazı yerlerin Balkan Devletlerine bırakılması Arnavut ulusal hareketinin çıkış noktası olmuştur. 19. yüzyıl sonunda Arnavutların işgalci Balkan devletlerine karşı direnişi ve özellikle Karadağ’a karşı kazandığı başarıları, kurdukları Prizren Arnavut Birliğinin gücünü göstermesi açısından önemlidir. Arnavut Sorunu, ilk kez Berlin Antlaşması sonrasında Avrupa kamuoyunun gündemine gelmiştir. Arnavut Birliğinin ortaya koymuş olduğu “özerklik” fikri ve bu özerkliğin temel ilkeleri Arnavut ulusçularının hareket noktası olmuştur. II. Meşrutiyetin ilk yıllarında bu taleplerini gerçekleştirmek için başlangıçta propaganda ve siyasal yollardan amacına ulaşmaya çalışan Arnavut aydın ve mebusları beklediklerini bulamamışlardı. 1909-1912 yılları arasında Arnavut ulusçuları özerklik fikrini gerçekleştirmek üzere 4 Arnavut isyanı çıkararak silahlı mücadele dönemi başlamıştır.

Rumeli’deki 5 Osmanlı vilayetinden Arnavutlarla meskun olan 4 vilayetinin (Selanik dışındaki Manastır, Kosova, İşkodra ve Yanya) birleştirilmesi ve bu sınırlar içinde Arnavut özerkliğinin tanınması Arnavut ulusçularının temel hedefiydi. Osmanlı Devleti ise ısrarla Rumeli’yi iki ayrı bölge olarak tanımlamayı tercih etmiştir; Makedonya ve Arnavutluk.[3] 1912 yılında Balkan Savaşı başladıktan kısa bir süre sonra 28 Kasım tarihinde İsmail Kemal Bey Arnavutluk’un bağımsızlığını ilan etmiş, Büyük Devletler de 1913 Londra Antlaşması ile bunu tanımışlardı. Ancak bağımsız Arnavutluk etnik Arnavutluk ile kıyaslandığında çok dar sınırlara sahipti. Arnavutların yaşadığı toprakların önemli bir kısmı Balkan devletleri arasında paylaşılmıştı. İşte bugünkü “Arnavut Sorunu”nun kökeni, 1878 yılındaki Berlin ve 1913 Londra Antlaşmaları ile Arnavutların yoğun olarak yaşadıkları toprakların Büyük Devletlerin desteği ve onayı ile Balkan devletleri arasında paylaşılmış olmasıdır.


Soğuk Savaş Sonrasında “Arnavut Sorunu”


Arnavutlar, Balkanların demografik açıdan en fazla dağılmış uluslarından biridir. Şöyle ki Balkanlarda yaşayan 6 milyon Arnavut’tan sadece 3.3 milyonu Arnavutluk topraklarında yaşarken diğerleri komşu ülkelerde yaşamaktadır.[4] Özellikle Soğuk Savaş sonrasında Arnavutluk dışında kalan Arnavutlar irredentist emellerin çatıştığı en kritik coğrafyalarda yaşamalarından dolayı dünya kamuoyunun en fazla ilgisini çeken uluslardan biri haline gelmiştir.[5] Arnavut milliyetçiliği, Soğuk Savaş sonrası milliyetçiliğin gelişimi[6] açısından ilginç bir örnek olma özelliği taşımaktadır. Bugün Kosova, Makedonya, Yunanistan ve Karadağ’da yaşayan Arnavutlar arasında hızla yayılan bu milliyetçilik dalgası “Arnavut Sorunu”nu dünyanın gündemine taşımıştır.

Kosova

Kosova nüfusunun ezici bir çoğunluğu Arnavutlardan oluşmaktadır.[7] Buna karşın eski Yugoslavya’nın anayasasında bir cumhuriyet olarak değil, Sırbistan’a bağlı özerk bir bölge olarak kabul edildi. Arnavutlar bu durumdan daha başlangıçtan itibaren hoşnut olmadılar ve bunu değiştirmek için ellerinden geleni yaptılar. Tito döneminde özerklik yetkilerinin genişletilmesine rağmen, Kosova’ya cumhuriyet statüsü verilmedi. Tito’nun ölümünden sonra Arnavutlar cumhuriyet statülerinin kabulü için yeniden harekete geçtiler. Arnavutların talepleri Sırpların yoğun tepkisine yol açıyordu. Bu gelişme iki milliyetçiliği karşı karşıya getirdi.

“Kosova sorununun temelinde, bu toprakların Balkanlardaki iki büyük milliyetçi projenin çatışma alanı olması yatıyor…Kosova bir yandan Sırp ve Arnavutların ulusal bilinçlerinde en merkezi yeri işgal ederken, diğer yandan da hem “Büyük Sırbistan” hem de “Büyük Arnavutluk” rüyalarının vazgeçilmez unsuru…Uluslar arası toplum da Kosova sorununun Balkanlardaki daha geniş ‘Arnavut sorunu’nun ayrılmaz bir parçası olduğunun artık bilincinde…”[8]

Miloseviç’in Sırp milliyetçiliğini yüceltme çabaları Bosna ve Kosova’yı kana bulamış ve dünyanın ilgisini yeniden bu bölgeye yöneltmiştir. Kosova’nın özerkliğine son veren Miloseviç Arnavutlara yönelik yoğun bir baskı uygulamaya başladı. Bu baskıya tepki olarak gelişen UÇK hareketi Arnavut milliyetçiliğin önemli bir simgesi haline geldi.[9] Kosova’da 1998 yılı sonlarında Sırp baskısının sonucunda yaşanan “Arnavut Göç Dalgası” bütün dünyanın büyük tepkisine yol açmıştır. Bosna Krizinde yavaş davranarak büyük tepki toplayan ABD ve AB bu kez daha aktif bir politika izlemeye kararlıydı.[10] NATO öncülüğünde 1999 yılı bahar aylarında başlayan operasyon sonucunda Kosova BM denetimine alındı ve Sırp güçleri bölgeyi terk etmek zorunda kaldı. Fakat bu aşamadan sonra Kosova’nın nihai statüsünün ne olacağı konusunda bir karara henüz varılamaması sorunun siyasi çözümünün askeri çözüm kadar kolay olmayacağını göstermektedir. Kosova Arnavutları, 2005 yılı içinde kendilerinin daha önce ilan ettikleri cumhuriyetin tanınmasını beklemektedirler. Ancak bunun gerçekleşme ihtimalinin güçlü olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. Kosova’nın bağımsızlığının tanınması halinde bunun Balkanlarda yeni çatışmalara yol açabileceği konusunda endişelerin olduğu dikkate alınmalıdır.



Makedonya


Soğuk Savaş sonrasında Yugoslavya’dan ayrılarak bağımsızlığını ilan eden Makedonya, farklı etnik, dinsel gruplar arasında barış ortamı yaratarak Balkanlarda “model ülke” olarak anılmaya başlamışken, Şubat 2001 tarihinde Kosova sınırına yakın kuzey bölgesinde ortaya çıkan UÇK adlı örgütün saldırıları Makedonya’da barış ortamının bozulmasında önemli bir rol oynamıştır. Makedon anayasasına göre azınlıkların ilk, orta ve lise düzeyinde kendi dillerinde eğitim görmelerine, dergi ve gazete yayınlamalarına TV ve radyo yayını yapmalarına izin verilmesine rağmen Arnavutların Makedon sistemini işleyişi ile ilgili önemli şikayetleri vardı. Arnavutlar nüfus olarak sayılarının resmi makamlar tarafından kasıtlı olarak az gösterildiğini ileri sürmekteydiler. Makedonya’da önemli bir Arnavut nüfusu bulunmaktadır. 1994 nüfus sayımına göre % 22.9 oranında Arnavut yaşamaktadır. Bir diğer tepki nedeni ise, anayasal statü konusundaydı. 1974 Yugoslav anayasasına göre Makedonya’nın 3 kurucu milletinden biri de Arnavutlardı. (diğerleri Makedonlar ve Türkler) Arnavutlar 1991 yılında kabul edilen Makedon anayasasının kendilerini azınlık olarak gösterdiğini ileri sürerek kurucu millet statüsünün verilmesini, bir Arnavut üniversitesinin açılmasını, devlet organlarında etnik ayrımcılık yapılmamasını talep etmişlerdir.[11]

UÇK, Kosova Krizi sırasında Makedonya’nın kuzey bölgesine yerleşmiş ve 2001 yılı başından itibaren Makedonya güvenlik birimlerine karşı eylemler yapmaya başlamıştır. Bu saldırıların en önemli nedeninin Kosova’da yaşanan tecrübenin bir sonucu olarak barışçı mücadelenin dünya kamuoyunun ilgisini çekmekten uzak olduğu, buna karşılık silahlı eylemlerin çok daha büyük bir dikkat çektiğinin görülmesidir.[12] Bu eylemlerin yoğunlaşması ve çatışmaların büyümesi Balkanlarda yeni bir istikrarsızlığa yol açtığı için başta ABD olmak üzere birçok devlet ve kuruluş soruna çözüm bulmak için devreye girmiş ve yapılan görüşmeler ve uzlaşma konusunda taraflara uygulanan diplomatik baskı sonucunda Ohri antlaşması ile sorun şimdilik çözülmüş gibi görünmektedir.


Yunanistan:


Balkan Savaşı sonrasında Yunanistan ele geçirdiği Yanya vilayetinin önemli bir kısmı üzerinde yaşayan büyük çoğunluğu Ortodoks ve daha az bir oranda Müslüman Arnavut’un bir azınlık olarak varlığını Sevr Antlaşmasıyla 1920 tarihinde kabul etmişti. “Yaşanan savaşlara, Yunan hükümetlerinin yürüttüğü dramatik etnik temizlik harekatlarına ve Yunan göçmenler ile bölgenin demografik yapısını değiştirmeye çalışmasına rağmen Yunanistan içerinde hala önemli bir Arnavut azınlık bulunmaktadır. Bugün Yunanistan’da yaşayan Arnavutlar üç başlık altında toplanabilir: Ortodoks Arnavutlar ya da Arvanidesler, Çamerya Arnavutları ve buraya çalışmak amacıyla göç etmiş bulunan Arnavutluk vatandaşı Arnavutlar.”[13] Bu Arnavutların toplam nüfusunun 2.5 milyonun üzerinde olduğu ileri sürülmektedir.[14]

2006 Dünya Kupası elemelerinde ülkemizle aynı grupta yer alan Arnavutluk ve Yunanistan ulusal takımları arasında yapılan ilk maçta Arnavutluk’un maçı 2-1 kazanmasından sonra Yunanistan’da zaferi kutlayan Arnavutlardan birinin öldürülmesi, Arnavut asıllı bir Yunan öğrencinin ulusal bayramlarında Yunan Bayrağını taşımasını önlemeye yönelik tepkiler[15] Yunanistan’da ırkçılığın boyutlarını göstermesi açısından önemlidir. Avrupa Birliği’ne üye ülkeler arasında yabancı düşmanlığının en yaygın olduğu ülke, Yunanistan olarak belirtilmiştir. Yunanistan’da hakim olan göçmen nüfusa karşı düşmanca davranışların önüne geçmek amacıyla Başbakan Kostas Simitis’in bir tasarı hazırladığı ifade edilmektedir. AB’nin ayrımcılığa karşı getirdiği standartlara Yunanistan’ı uyumlu hale getirmeyi amaçlayan tasarının meclis tarafından onaylanması beklenmektedir. Ayrımcılıkla Mücadele Yasası kapsamında hazırlanmış olan tasarıya göre dini veya etnik gruplara karşı ayrımcılık yapmakla suçlanan Yunanlıların bir yıla kadar hapis cezasına çarptırılabileceği belirtilmektedir. 28 Ekim’de yaşanmış olan olayların, Yunan hükümetini böyle bir tasarı hazırlamasını zorunlu kıldığını söylemek mümkün gözükmektedir. Yunanlılar açısından ülke içerisinde yaşayan azınlıklar sorun olmuştur. Ülkede yaşayan azınlıklara kendi dillerinde eğitim, yayın özgürlüğü gibi hakların tanınması durumunda, yeni bir ulusun ortaya çıkmasından endişe duymaktadırlar. Yunanistan, böyle bir tehlike ile karşı karşıya kalmamak amacıyla ülkesinde bulunan etnik topluluklara baskı uygulayarak asimilasyon politikası izlemekte ve tek bir ulus kimliği oluşturmaya çalışmaktadır.[16] Avrupa Konseyi AB Konseyi Irkçılığı ve Ayrımcılığı Önleme Komitesi (ECRI) de Yunanistan'ı ırkçılık yapmakla suçlamıştır. Rapora göre Türk, Arnavut ve Makedonlar ırkçı tavırlara maruz kalmaktadır.[17]

Yunanistan’daki Arnavut azınlığı sorunu Yunanistan’ın yumuşak karnıdır. Fakat tek azınlık sorunu bu değildir. Makedon ve Türk azınlık sorunları da Yunanistan açısında rahatsızlık verici önemli konulardır. AB üyesi olurken Yunanistan’a var olan azınlıklar konusunda ne kadar baskı yapıldığı merak konusudur. Anlaşılan o ki bu konu üzerinde pek durulmamış ve hala görmezden gelinmeye devam ediyor, ancak söz konusu olan ülke Türkiye olunca durum değişiveriyor. Bu da AB’nin farklı yaklaşım tarzlarını göstermesi açısından ilginç görünüyor. Yunan hükümetleri, Ortodoks Arnavutları (Arvanidesler) Yunanlı saymışlar ve bu azınlığa etnik, kültürel haklarını kesinlikle tanımamıştır. Dilleri Arvanitika Yunan hükümetleri tarafından yasal olarak tanınmamış ve öğretim kurumlarında öğretilmesine izin verilmemiştir. Arvanidesler kendilerini Arnavut olarak tanımladıkları ve Ortodoks Arnavutlar kendi kiliselerini kurmak istedikleri halde bu istekleri de Yunanistan tarafından kabul görmemektedir.[18]

İki ülke arasında soruna neden olan bir diğer konusu ise Çamerya Arnavutlarıdır. I. Dünya Savaşında Çamerya denilen bölgede yaşayan nüfusun %93’ü Arnavut iken, bu durum savaş sonrasında %50’e düşmüştür. Yunanistan’da yaşamakta olan Müslüman Çamerya Arnavutlarının önemli bir kısmı, 1946-1949 yılları arasında ülkede yaşanan iç savaşın ardından sınır dışı edilmişlerdi.[19] II. Dünya Savaşı sonrasında Çamerya meselesi gündeme gelmiş ve BM Uluslar arası Araştırma Komisyonu hazırlamış olduğu raporunda 1944-1945 arasında Çamerya Arnavutlarına yönelik katliam ve baskıyı teyit etmiştir. Yunanistan’ın baskı ve yıldırma politikalarına rağmen halen Yunanistan 100.000 Çamerya Arnavut’u yaşamaktadır. Yunanistan bu azınlığı da yok saymaktadır. Arnavutça eğitim hakkı tanınmadığı gibi ev dışında kullanılmasını yasaklamıştır.[20]

Bu gün sınır dışı edilerek Arnavutluk’a yerleşmek zorunda kalan Çamerya Arnavutlarının torunları ise, 1990’ların başından itibaren Yunanistan’da kalan mal ve mülkleri için tazminat talebinde bulunmaktadırlar. Fakat bu talepleri dikkate alınmamaktadır. Bu anlamda Çamerya Arnavutları sorunu henüz çözüme kavuşturulamamıştır.[21]

Yunanistan’daki bir diğer Arnavut sorunu da Arnavut göçmenlerinin durumudur. Yunanistan’da yaklaşık 300-400 bin Arnavut göçmen bulunmaktadır. Arnavut göçmenler Yunanistan’ın elinde Güney Arnavutluk’ta yaşayan küçük Yunan azınlığın ( oranı % 3) durumu lehine kullanılabilecek siyasi bir koz haline gelmişlerdir. Bu göçmenlerin yaşadığı kötü şartlar, düşük ücretli işler, kötü muamele ve artan yabancı düşmanlığı dikkat çekicidir.[22]

Türkiye’nin AB’den şartlı müzakere tarihi aldığı bir dönemde AB’nin Türkiye’den beklediği bazı iyileştirme ve düzeltmeler dikkate alındığı zaman AB üyesi olan Yunanistan’ın yukarıda belirtilen durumu dikkat çekicidir. AB üyesi olan Yunanistan’daki azınlık sorunları kendi komisyonlarınca teyit edilmesine karşın hakkında herhangi bir işlem yapılmaması, buna karşılık Türkiye’de yeni azınlıklar yaratılmaya çalışılması gerçekten ilginç bir çelişki yaratmaktadır.

Balkanlardaki Arnavut sorunu ciddi bir sorun olarak varlığını korumaktadır. Bu sorunun nasıl çözülebileceği konusu ise belirsizliğini korumaktadır. Bu sorunun birkaç Balkan devletini ilgilendiriyor olması ve Arnavutlar arasında yayılan milliyetçilik duygusu gelecekte yeni çatışmaların habercisi olarak değerlendirilebilir. Büyük Devletlerin Arnavutluk sorununa yaklaşımları ve politikaları da ayrı bir değerlendirme yapmayı gerektirmektedir. Kısaca söylemek gerekirse ABD Arnavutlara en yakın büyük devlet görünümündedir. Bunun da nedeni ABD’nin küresel stratejik hedefleri ile ilgilidir. Bu durumda Makedonya’yı tanıyan ABD’nin Arnavut sorunu konusunda da bazı ilerlemeler sağlanmasına katkı verebileceği tahmin edilmektedir.

23 Temmuz 2011 Cumartesi

KARABAĞ SORUNU


Karabağ, Azeri Türklerinin binlerce yıl önce yurt edindikleri bir bölgenin adıdır. Yüzölçümü 4.400 kilometrekaredir. Yine çok eski bir Türk Yurdu olan Azerbaycan toprakları içerisindedir. 1828 yılında İran ile Rusya arasında imzalanan Türkmençay Antlaşması ile Kuzey Azerbaycan ile birlikte Rusya’nın yönetimine geçti. Bu tarihte 200.000 civarında olan nüfusunun % 95′i Türk’tü. Rusya, işgal ettiği Azerbaycan’a ve özellikle Karabağ’a, dünyanın her tarafından getirttiği Ermeniler’i yerleştirdi. . 1923′de Stalin, Karabağ’ın yukarı kısımlarına yeni bir Ermeni kafilesini daha yerleştirdi ve Azerbaycan’dan kopartarak özerk bölge hâline getirdi. Ruslar ve Ermeniler bu tarihten itibaren sözkonusu bölgenin adini, “Dağlık Karabağ” veya “Yukarı Karabağ” şeklinde kullanmaya başladılar. Çünkü Karabağ’ın bütününde Azerîler, Dağlık Karabağ’da Ermeniler çoğunluktaydı.Ermeniler 1988′de, Dağlık Karabağ’daki nüfus yoğunluğunu gerekçe göstererek Karabağ’ın kendilerine bağlanması için harekete geçtiler. Sovyet Cumhuriyetleri Birliği (SSC‘nin 1991 sonunda dağılması ile Ermenilerin Karabağ ile ilgili hareketleri, sınır çatışmalarına dönüştü. Ermenistan-Azerbaycan sınır çatışmaları, iki ülke arasında ciddî bir savaş durumuna geldi. Ermenistan, o dönemde Azerbaycan’da yaşanan siyasî iç karışıklıklardan ve ordusu-silâhı olmamasından yararlanarak önce Karabağ’ın tamamını, sonra da Karabağ’ı Ermenistan’a bağlayan Azerbaycan topraklarını işgâl etdi. Günümüzde, Azerbaycan topraklarının % 20′sine yakın bölümü, Ermenistan’ın işgali altındadır. Bu topraklarda yaşayan 1,5 milyona yakın insan da evinden-köyünden kopartılmış, vatan toprağının bir başka bölümüne topyekûn sürgün edilmiş gibidir.1992 yılından bu yana Karabağ konusu, bölge ile ilgili olarak yapılan milletlerarası görüşmelerin gündeminde yer alıyor. Azerbaycan, Ermenistan Parlâmentosu’nun 1988 yılında aldığı “Karabağ’ı ilhak kararı”nın geçersiz sayılmasını istiyor. Bu istek kabul edildi. Ermenistan, buna karşılık Karabağ’a bağımsızlık statüsü verilmesini talep ediyor. Tartışmaya açılan bu talep, bölgeye yerleştirilecek, her an patlamaya hazır yeni bir dinamit kütlesi görevi yapacaktır. Ermenistan, Azerî göçmenlerin Karabağ’a dönmesini kabul etmiyor, yalnızca işgali altında bulunan Karabağ dışındaki yedi şehri Azerbaycan’a geri vermeyi taahhüt ediyor. Karabağ’da zengin uranyum madeni yataklarının, işgal altındaki Ağdam ve Kelbecer şehirlerinde ise altın madeninin bulunduğu biliniyor.
Yaşanan istikrarsız ortam, Karabağ’ı yurt bilen ve şimdi belirsizlikler içerisinde evsiz-yurtsuz ve işsiz bekleyen, daha ne kadar bekleyeceği bilinmeyen bölge halkını perişan ediyor. Hocalı Katliamı 26 Şubat günü Türk dünyası ve Azerbaycan için en acılı günlerden biri olmanın yanısıra aynı zamanda insanlık tarihi için de kelimenin tam anlamıyla kara bir sayfadır. 26 Şubat 1992′de Azerbaycan’ın Hocalı kentinde sivil halka karsı Ermeniler tam anlamıyla bir katliam yapmışlardır. Ermeniler Azerbaycan’ın Karabağ bölgesinde 7 bin kişilik nüfusa sahip ve coğrafi konumu itibariyle bölge için stratejik önemi olan Hocalı kentini ele geçirmek için 25 Şubat gecesi katliam gayesiyle harekete geçmiştir.
Hocalı’nın işgali sonucu sivil, eli silahsız, Azerbaycan Türkleri çocuk, kadın, ihtiyar ve genç ayrımı yapılmadan Ermeniler tarafından katledilmiştir. Resmi verilere göre, o gece 613 kişi hunharca katledilmiş; bunlardan 83 çocuk, 106 bayan acımasız yöntemlerle işkence yapılarak öldürülmüştür. Ayrıca, 487 kişi ağır yaralanmış ve 1275 kişi ise rehin alınmış, geri kalan nüfus da bin bir zorlukla caninin kurtarmıştır. 26 çocuk tamamen ve 130 çocuk ise kısmen oksuz kalmıştır. Ermeniler şehitleri acımasızlıkla, gözlerini oyrak, kafataslarının derisini soyarak ve vücutlarının farklı organlarını keserek öldürmüştür. Küçücük çocukların gözleri oyulmuş, hamile kadınların karınları yırtılmış ve insanlarımız diri diri toprağa gömülmüştür. Hatta şehitlerin bir çoğunun cesetleri yakılmıştır.
Ermeni İşgali ve Tarihî ve Kültürel Varlıklarımız
Azerbaycan arazileri üzerinde “Büyük Ermenistan” yaratmak hülyasında olan Ermeniler elverişli şartlar ortaya çıktığı zaman öz niyetlerini hayata geçirmeye çalışmış, Azerbaycan arazilerinde silâhlı çatışmalar, anlaşmazlıklar çıkarmış, bu gün Ermenistan olarak isimlendirilen arazilerde yaşayan Azerbaycanlıların ata yurtlarından ayrı kalmasına, bu arazilerdeki Azerbaycan’a ait tarihî, kültürel ve arkeolojik abidelerin bir bölümünün dağıtılıp mahvedilmesine, bir bölümünün ise “Ermenileştirilmesi”ne “nail” olmuşlardır. Azerbaycan halkına miras kalan tarihî ve kültürel abidelerin korunması için, Ermenistan-Azerbaycan anlaşmazlığının barış yolu ile düzeltilmesi, Azerbaycan arazilerinin işgalden kurtarılması şarttır.
Ermenistan-Azerbaycan anlaşmazlığı neticesinde Azerbaycan topraklarının yüzde 20′sinin işgal altına alınması, bir milyondan fazla Azerbaycan vatandaşının “kaçgın” ve “mecburî köçkün” olarak çadırlarda yaşaması ile birlikte işgal altındaki arazilerde Azerbaycan halkının geçmişini ve bu gününü aksettiren abideler plânlı surette mahvedilmiş, dağıtılmış, “Ermenileştirilmiş”dir. Ermeniler işgal ettikleri arazilerde Azerbaycan’ın milli özelliklerini taşıyan tezahürleri mahvetmekle, onları sahte yollarla değiştirip “Ermenileştirmek”le köklü ve ezelî Azerbaycan topraklarına sahip çıkmak istemektedirler. Ermenistan-Azerbaycan anlaşmazlığı Azerbaycan ve Azerbaycanlılar için büyük önem taşıyan, millî ruhu, millî özellikleri özünde aksettiren binlerce tarihî, kültürel, İslâmi ve arkeoloji a bidelerin yok edilmesine sebep olmuştur.
Ermenistan-Azerbaycan anlaşmazlığının Azerbaycan kültürüne vurduğu darbenin ağırlığını hissetmek için bazı faktörleri görmek gerekmektedir.Anlaşmazlık neticesinde, Ermeni işgali altında kalan topraklarda Azerbaycan halkına ait 500 kadar tarih-mimarlık, 100′den fazla arkeolojik abide, on binlerce eseri olan 22 müze, dört resim galerisi, 4.6 milyon kitap ve el yazması saklanan 927 kütüphane, 808 kulüp, 10 kültür ve dinlenme parkı, 85 müzik ve güzel sanatlar okulu, 20 kültür sarayı, 4 devlet tiyatrosu kalmıştır.
1992 yılında “Kafkasya’nın Konservatuarı” diye bilinen Şuşa’nın işgal edilmesi sadece Azerbaycan kültürünün değil, genellikle bütün dünya kültürünün problemi olarak kabul edilmelidir. Çünkü Şuşa’da sadece Azerbaycan kültür ve ince sanatının değil, bütün Şark ve dünya kültürünün gelişmesinde hizmetleri olan büyük sanatkârlar yetişmiştir. Şuşa kurulduktan kısa bir müddet sonra ekonomik ve kültürel yönden Azerbaycan’ın mühim şehirlerinden biri durumuna gelmiştir.
Azerbaycan’ın en eski müzelerinden olan Şuşa şehrinin tarihi müzesinden beş bin muhtelif eşya, buna bağlı olarak Karabağ tarihinin özelliklerini bünyesinde barındıran kıymetli kaynaklar, arkeolojik buluntular, eski el yazmaları, çeşitli devirlere ait resmî belgeler toplanmıştı.
Şuşa’daki Devlet Karabağ Tarihî Müzesi’nde konu ile ilgili 1000′den fazla eşya saklanmaktaydı. Burada, bunlarla birlikte profesyonel ses sanatının temellerini atan büyük şarkıcı Bülbül’ün (400 eşya), müzikolog ve ressam Mir Möhsüm Nevvab’ın (100 eşya) hatıra müzelerinin varlıkları talan edilmiştir.
Ermeni işgalcileri tarafından şehir arazisindeki ilk insan meskenlerinden olan meşhur Azıh ve Taclar Mağaraları, Aluen Garakepek, Üzerliktepe abideleri, kurganlar askerî amaçlarla kullanılmaktadır.
Ermeni işgali neticesinde birçok müze dağıtılmış, sergilenen eserler talan edilerek Ermenistan’a götürülmüştür. Bu müzelerde Azerbaycan halkının tarihî ve medeniyeti ile ilgili kıymetli eşyalar, resim, heykeltraşlık eserleri, dünyaca ünlü Azerbaycan halıları, halı ürünleri (zili, cicim, kilim, palas, sumah) nümizmatik materyaller, tarihi belgeler, Azerbaycan’ın önemli şahsiyetlerinin hatıra eşyaları, diğer değerli materyaller olmuştur.
Genel olarak 40 binden fazla müze eşyası talan edilmiştir. Şuşa, Laçın ve Gubadlı resim galerilerindeki seçkin eserlerden Azerbaycan’ın görkemli ressamları Settar Behlülzade’nin, Mikayıl Abdullayev’in, Toğrul Nerimanbeyov’un, Salam Salamzade’nin, Maral Rehmanzade’nin, Büyükağa Mirzezade’nin, Asef Ceferov’un ve başkalarının eserleri talan edilmiştir.
Azerbaycan’ın 7 şehri – Ağdam, Laçın, Kelbecer, Fizuli, Cebarayıl, Zengilan, Gubadlı – işgal edildikten sonra, bu şehirlerde 630 genel kütüphane mahvedilmiştir. Aynı şehirlerde 7 merkezî kütüphane, 9 çocuk kütüphanesi, 27 şehir kütüphanesi ve 589 köy kütüphanesi, bu kütüphanelerin sahip oldukları 4 milyon nüshaya yakın muhtelif kitap mahvolmuştur. Aynı zamanda Yukarı Karabağ, Şuşa ve Hocalı da dâhil olmak üzere 254 kütüphane ve bu kütüphanelerde bulunan 14.769 adet kitap mahvolmuştur. Genellikle Ermeni işgali ile alâkalı 808 kulüp ve 927 kütüphane müessesesine, 85 müzik okuluna, 22 müze ve onların şubelerine, 4 resim galerisine, 7 kültür ve dinlenme parkına, 4 tiyatro, 2 konser müessesesine 37 milyar manat (3) maddî zarar verilmiştir. Dünya çapında öneme sahip, insanlığın kültür mirasında, önemli bir yer tutan 20,5 milyar manat değerinde 40 bin adet XI-XIX. yüzyıllara ait kıymetli ve nadir müze eşyası dağıtılmıştır. 1852 medeniyet ve güzel sanat müessesesi dağıtılmıştır ki, bunun da neticesinde Azerbaycan devletine milyarlarca manat zarar verilmiştir (4).
Taşınmaz tarih, mimarlık, arkeoloji, güzel sanat abidelerinden sadece Şuşa şehrinde 208 adedi devlet koruması altında olmasına rağmen, bu eserlerin akıbeti belli değildir. İnsanlık tarihi için mühim ehemmiyet taşıyan Azık Mağarası (Fizuli şehrinden 17 km. uzaklıkta Hocavend ilçesinde) işgal altında olan arazide kalmıştır.
Yapılan arkeolojik çalışmalar sonucunda, tahminen iki milyon yıl önce ilk insanların burada yaşadıkları ortaya çıkmıştır. İnsanların en eski yaşadıkları yer bu bölgedir. Azerbaycan Hükûmetinin 21 Nisan 1969 tarih ve 158 sayılı kararı ile Azık Mağarası Azerbaycan Cumhuriyeti İlimler Akademisi’nin sit alanı ilân edilmiştir.
1992 yılında eski kervan yolunda Araz nehri üzerinde bulunan on bir kemerli (7. yüzyıl), on beş kemerli (12. yüzyıl) Hüdaferin köprülerinin İran İslâm Cumhuriyeti ile birlikte restorasyonu için karar alınmıştır.
Ancak Cebrayıl şehrinin işgali bu kararın uygulanmasını engellemiştir. Alban medeniyetinin parlak örnekleri olan Hezine dağ (Kandzasar) mabedi (13 yüzyıl), Beng-Amaras Alban manastırlarının “Ermenileştirilmesi” için elverişli ortam oluşmuştur.
Tunç devrinin Azerbaycan abidesi olan Hocalı kurganları 50 hektar sahada 100′den fazla kurganı kapsamaktadır. Eski devirlerde Hocalı kurgan sahası mukaddes yer sayılmış ve muhtelif bölgelerden ölüleri gömmek için oraya getirmişlerdir. Bu kurganlar dağıtılmış, tarihî abide gibi mahvedilmiştir. Hocalı şehrindeki Dairevî Mabet (1356-1357) ve Türbenin (14 . yüzyıl) akıbeti ise belli değildir.
Yapılan Çalışmalar
Ermenilerin işgal ettikleri arazilerde 603 taşınmaz tarih ve medeniyet abidesi kayda alınmıştır. Son yıllarda Azerbaycan Cumhuriyeti Devleti işgal altında bulunan topraklarındaki tarih ve medeniyet abidelerinin muhafazası alanında hem ülke içinde hem de uluslar arası âlemde önemli adımlar atmıştır. Azerbaycan Kültür Bakanlığı tarafından 1996 yılı Ağustos ayında Bakü’ye gelen UNESCO temsilcilerine işgal edilmiş arazilerde bulunan maddî kültür abideleri hakkında bilgi verilmiş, korunması gereken maddî servetlerin “Kültürel Varlıkların Uluslar Arası Kayıt” listesine dâhil edilmesi için listesi hazırlanmıştır. Bu listeye dâhil olan servetler 1954 La Haye Sözleşmesi’nin özel muhafazası altına girmektedirler.
1988 yılından başlatılan ilan edilmemiş savaşın tek amacı Karabağ’ı Ermenistan toprakları içine almaktır. Ermenilerin ‘Büyük Ermenistan’ hayali çerçevesinde belli aralıklarla devem eden bu savaş bitmemiştir. 1994 de Ateşkes imzalanmış,konu uluslar arası platformlara taşınmıştır. Barış yoluyla çözüm yolları denenmektedir.Ermeniler ütopyalarından vazgeçmedikçe bu savaş bitmeyecektir.Mesele bu bağlamda ele alınmalı ,Ermenistan terörist devlet ilan edilmelidir ve uluslararası camia gerekeni yapmalıdır.
Karabağ Özerk Bölgesi:
Azerbaycan’da, Kura ve Araş Irmakları ile Gökçe (Sevan) Gölü arasındaki tarihi Arran’ın dağlık bölgesi ile bu bölgeye bağlı ovalardan meydana gelen özerk bir bölge.
Karabağ, volkanik dağlarla kaplı, 18 bin kilometrekare yüzölçümüne sahip, yüksek bir yayladır. Bölgedeki en yüksek zirveler; Murovdağ {3420 metre) ve Kamış(3740 metre) ‘tır. Araş Vadisi ‘ne inen Karabağ Sıradağları ‘nın orta kısmında Alakaya (2338 metre) ve Kırk-Kız(2863 metre) dağları yer alır . Sönmüş volkanların oluşturduğu Işıklı Dağ ve Kızıl Boğaz zirveleri 3 bin 500 metreye kadar çıkar . Deniz seviyesinden 2 bin metre yüksekliğe kadar ormanlık olan Karabağ’da, bu seviyeden sonra otlaklar başlar.
Hava sıcaklığının, en soğuk dönemlerde bile eksi 10 dereceden aşağı inmemesi, suların bolluğu ve toprakların verimliliği dolayısıyla Karabağ, insan yerleşimine oldukça müsait bir coğrafyadır. Bu bakımdan Karabağ, tarih boyunca kuzeyden ve güneyden gelen Türklere, uygun bir kışlak görevi yaptı. Karabağ, eskiden çeviklik ve güzellikleriyle ünlü, ufak yapılı atları ile de bilinirdi.
İslam hakimiyeti öncesinde ‘Arran’ adıyla anılan Karabağ, Müslüman Türklerin bölgeye hakim olmasından sonra bugünkü ismiyle anılır oldu. Esasen Türkler, bölgeye Arap hakimiyetinden daha önce, kuzeyden gelerek yerleşmişlerdi.
1064′te Gürcistan Seferi’nden dönen Sultan Alparslan , kışlak olarak Karabağ’ı seçti. Alparslan’ın oğlu Melikşah ise, 1076′da burasını baştan başa Türklerle iskan etti. Melikşah’ın ölümünden sonra, Sultan Berkyaruk ‘tan ikta olarak Gence’yi alan kardeşi Muhammed , kısa zamanda tüm Karabağ bölgesini ele geçirdi.
Ebul Gazi Bahadır Han’ a göre; Karabağ, Oğuz’un üçüncü oğlu Yıldız Han ‘ın büyük oğlu olan Afşar ‘ın çocuklarından Cevanşir Türk kabilesinin Sarıçalı sülalesine ait, atadan kalma bir mülktü, iddiaya göre bunlar, Hülagu İle beraber Türkistan’dan Anadolu’ya göç etmiş ve daha sonra da Timur Han tarafından Karabağ’a nakledilmişlerdi. Bu Afşarlar, daha sonra Akkoyunlular döneminde, Güney Azerbaycan’ın merkezi ve batı bölgelerine toplu halde yerleşmişlerdi.
İlhanlılar Devleti’ nin (1256-1336) yazlık yönetim merkezi Karabağ’da bulunuyordu, İlhanlı hükümdarları, kışları da çoğunlukla Karabağ’da kalıyorlardı. Bu dönemde, Moğollarla birlikte gelen Şaman Türkler, bölgeye yoğun şekilde yerleşti. Timur döneminde de bölgeye yoğun bir Türk İskanı yaşandı. Timur, 1400 ve 1402′deki Anadolu seferlerinden döndüğünde, Türkiye ve Suriye’den getirdiği 50 bin Türk ailenin bir kısmını Karabağ’a yerleştirdi. Eskiden beri mevcut olan ancak tıkanmış bulunan Beylakan şehrindeki kanal Timur tarafından, içinde bir kayık seyredebilecek genişlikte, yeniden kazdırıldı . Timur’un bağlı olduğu Türk boyuna izafeten Barlar Arkı diye anılan kanal, bugün Gavur Arkı olarak adlandırılıyor.
Karabağ’daki Türk nüfusu, bölgenin Safeviler elinde bulunduğu dönemde de arttı. Birinci Tahmasb , Anadolu’dan gelip, Şah İsmail maiyetinde Akkoyunlu’lar’a karşı savaşan Kaçar Hanedanının, Karabağ ve civarına beylerbeyi olarak atadı.
Üçüncü Murat döneminde (1574-1595) Karabağ Osmanlı hakimiyetine geçti. Şirvan ve Baku’yü fetheden Osmanlı kuvvetleri, Ferhat ve Cafer paşaların komutasında, Karabağ’ı da ele çeçirdi.

Birinci Petro döneminde Kafkasya’yı işgale girişen Ruslara karşı Osmanlı orduları harekete geçti. 1724′te Ruslarla yapılan anlaşma ile, Azerbaycan’ın diğer bölgeleriyle birlikte, Karabağ da Osmanlı Devleti’ne bırakıldı. Fakat bu uzun sürmedi. 1735′te Iran ile Rusya arasında yapılan Gence Anlaşmasıyla, bölge yeniden İran’a terk edildi. Nadir Şah, İran’a boyun eğmeyen Karabağ’daki Cevanşir aşiretini, İran’ın doğusundaki Horasan eyaletine sürdü. Ancak, Horasan’dan firar eden, aşiretin reisi Penan Ali Bey , Karabağ dağlarına çekilerek, İran’a karşı mücadele etti. Nadir Şah’ın ölümünden (1747) sonra Cevanşir Aşireti yeniden Karabağ’a döndü.
Bundan sonra Karabağ’da, muhtelif Türk aşiretleri hakimiyet tesis etti. 1801′den sonra Rusların nüfuz alanına giren bölge, 1813′te Iran ile Rusya arasında imzalanan Gülistan Anlaşmasıyla tamamen Ruslara bırakıldı . 1826′da Ruslara karşı bölgede başlayan ayaklanmayı fırsat bilen İran, harekete geçtiyse de yenilgiye uğradı. 1828′deki Türkmençay Anlaşması’yla Rusya, bölgeye tamamen egemen oldu.

22 Temmuz 2011 Cuma

HERKESİN MEMLEKETİ KENDİNE GÜZEL






ATALARIMIN MEMLEKETİ KOSOVO PRİZREN BROD KÖYÜ HAKKINDA BİLGİLER

 

KOSOVO DRAGAŞ DİĞER ADIYLA GORA BÖLGESİ PRİŞTİNE BROD KÖYÜ
Gora; Dragaş Belediyesi ve 20 köyle birlikte Kosova’nın güneyinde yer alan bu bölge köylerinin 2’si daha Makedonya sınırları içerisinde, 10’u da Kuks Belediyesiyle birlikte Arnavutluk sınırları içerisinde bulunuyor. İhmallere ve terkedilmişliğe itilen bu yöre ve halkı son yüzyıl içerisinde sürekli fakirlik, ekonomik sıkıntılar ve göçle yüzleşti. Resmi olmayan verilere göre nüfusu yaklaşık 18.000 olan bu bölgede günümüzde yaklaşık 7 bin ile 8 bin arasında kişi yaşıyor. Bölgedeki köylerin en büyükleri Restelica, BROD, Mlika, Baçka, Dikance ve Vranişte neredeyse bomboş. Savaştan sonra iki binin üzerinde kişi daha iş bulabilmek için buraları terk etti.Osmanlı’nın ardından bölge sürekli göç yaşadı
Dragaş Belediyesinden 15 kilometre uzaklıkta bulunan Brod Gora köylerinden biri. Osmanlı döneminin bölgedeki ünlü zanaat ve ticaret merkezi özelliğine sahip. Rakımı 1400 metre olan ve Makedonya-Kosova sınırı yanı başında bulunan bu köy de sürekli göçü yaşayanlardan... Osmanlı askerinin bölgeden ayrılması üzerine köy ve bölge halkının çoğu Türkiye’ye göç etti. Aynı göç Rankoviç rejiminde, Yugoslavya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti döneminde yaşanan baskılar sırasında da aralıksız sürer. 1999 yılı Kosova savaşı sonrasında bölgede son bir göç dalgası daha yaşandı. İster Gora bölgesinde, ister de şehirlerde yaşayan Goralılar, savaşın ardından aşırı milliyetçilik akımı, baskı, asimilasyon, yağmalama ve çok sayıda saldırıların kurbanı oldu. Üsküp’teki hemşeri ve yakınlarının yanında kendilerini bulan 450 kadar Brod’lu aile, ayrıca İştip, Bitola, Prilep, Veles ve Koçani gibi şehirlere de yerleşti.
Kalmak onlar için ‘endişe ve belirsizlik’ Brod köyünde olduğu gibi Gora bölgesinin genelinde genç nesilleri görmek mümkün değil. Kalanlar içinse gelecek ‘endişe ve belirsizlik’ demek. On yıl öncesine kadar yaklaşık 3000 kişinin yaşadığı bu köyde şimdilerde 850 kişi yaşama mücadelesi veriyor. 1938 yılına kadar Türkçe eğitim yürütülen yörede 1938 yılından sonra, Sırp askerlerinin saldırı ve baskıları neticesinde Sırbistan tarafından gönderilen hocalarla eğitim Sırpça dili üzerine yapılmaya başlar. Günümüzde Brod köyü ilk okulunun 150 kadar öğrencisi var. Eğitim ise hala Sırbistan eğitim plan ve programına göre yapılıyor. Ebeveynler “bunu değiştirmeye yetki ve gücümüz yok” diyor. Köylerin bazılarında eğitim Kosova plan ve programına yapılıyor. Yörenin ‘önde gelen’ bazı kişileri ise eğitimin hala Türklere karşı kin besleten Sırbistan eğitim plan ve programına göre yapılmasında ısrarlı. Çünkü ısrarlı olanlar gibi, öğretmenlerin birçoğu daha Sırbistan Eğitim Bakanlığından maaş alıyor. Sıradan vatandaşa gelince Brod ve Gora bölgesi köylerinde yaşayanlar genelde hayvancılıkla, şehirlere yerleşenler ise aşçılık, pastacılık ve köftecilikle uğraşmakta.
Onlar kimin vatandaşı?Onlar Kosova sınırları içerisinde yaşamaları ve Kosova vatandaşları olmalarına rağmen, bu durum her geçen gün rengini değiştirmeye devam ediyor. Savaştan sonra Gora’da peynir ekmek gibi Makedon ve Bulgaristan pasaportları dağıtılıyor. Romanya pasaportlarının da dağıtılmaya başlanacağı haberi bölgede en son konuşulan konulardan bir diğeri. Makedon pasaportlarına gelince, bu ülkenin pasaportuna sahip olabilmek için (İsim ile soyadı kısmının yanı başında “po poteklo Makedonec” - Makedon asıllı ve uzun zamandır Kosova’da yaşadığının belgelendiği) Makedonya İçişleri Bakanlığı formunun doldurulması yeterli. Söz konusu formların yöredeki dağıtımını Makedonya İslam Birliği üstlenirken; bu girişim Dragaş Belediyesi, UNMIK, KFOR temsilcileri ile siyasi liderlerin sert tepkilerine maruz kalmasına rağmen hala devam ediyor.
Peki neden Makedon pasaportu?Savaştan hemen sonra yörede ilk olarak ofisini açan kuruluş Makedonya Kilisesi yardımlaşma örgütü ACT olmuş. Yardımların dağıtımı ardından yöreyi ziyaret eden Makedonya Uluslararası Kongresinden üst düzey bir heyet, Dragaş Belediyesindeki Goralı yetkililerden Gora’da Makedonya-Kosova sınır geçidinin açılması için girişimlerin başlatılmasını ister. (Makedonya, Arnavutluk, Kosova, Türkiye, Batı Avrupa, ABD ve Avustralya’da yaşayan Goralı, Torbeş ve Pomakları) İster uluslararası, ister de yerel arenada, ‘Müslüman Makedonların’ haklarını savunur şeklinde boy gösteren söz konusu heyetin tek amacı; Kosova sınırları içerisinde yaşayan Goralıları ‘İslamlaştırılmış Makedonlar’ olarak göstermek, Makedon hükümetinin hedeflerine uygun alt yapıyı sağlamaktır. Makedonya, bölgede Makedon pasaportlarını dağıtarak tek hedef, kendilerince Kosova sınırları içerisinde kalan Gora bölgesini kendi toprakları, 400 kilometre karelik alanda yaşayan ve Makedonca konuşan Goralıları da kendi vatandaşı olarak göstermektir. Bu amaca varabilmek için açık açık faaliyet yürüten Makedonya Uluslararası Kongresi, savaştan sonra art arda gönderdiği heyetlerle Gora için özel bir statü, özel bir yönetim, iki sınır arasında serbest ticaret, yöredeki Gora halkına çifte vatandaşlık, 20 köy ilk okulunda Makedonca eğitim, Makedonya’ya serbest geçebilmeleri için özel izin, YSFC’nin çöküşüne kadar sınır geçidi olarak faaliyet yürüten Strezimir-Restelica sınır noktasının açılmasını talep etmektedir. Ekonomik kriz ve işsizlikle mücadele eden Goralıların bu can alıcı sorunundan yola çıkanlar, ‘Makedonya pasaportuyla Yunanistan, ve Slovenya’ya vizeyle, Bulgaristan, Hırvatistan ile Türkiye’ye ise vizesiz gidebilir, iş bulabilirsiniz’ söylemleriyle pasaport formlarının dağıtımını sürdürüyor. İşsizlik yüzünden canlarından bezmiş bazı Brod’lu ve Goralılar için pasaport formlarında ‘Makedonum’ yazması yada bunun kabullenilmesiyle daha geçlerde nelerin yaşanabileceği çok da önemli değil.
“Hayat yok burada” Yöredeki halk ise: “Bizler ne merhamete, ne de acımasızlığa terk edilmişiz. Savaştan sonra buraya hiç kimse gelip sorunlarımızla ilgilenmedi. Sadece seçim zamanı geldiğinde herkes buralarda oy peşinde koşturuyor. Seçim bittikten sonra artık ne uğrayan oluyor, ne de ziyaret eden. Elektriğimiz, suyumuz, yolumuz, paramız yok, hayat yok burada... Ne doğru dürüst bir belgemiz, ne de pasaportumuz var. UNMIK’in çıkardığı yolculuk belgesiyle hiçbir yere gidilemiyor. Kruşevac’ta Sırbistan pasaportu çıkarabilmek için 250 euro gerekli. Sadece bir doğum kâğıdı almak 25 euroya mal oluyor. İş yok. O parayı nereden kazanacağız. O yüzden bura insanı Makedon pasaportunu bir umut, bir kurtuluş olarak görüyor. Doktor ve aydın kesim buraları terk etti. Bizler yalınız tek başına kaldık buralarda” diyorlar. Bunu dile getirirken, yerel ve merkez yönetimde yer alan kendi siyasi liderlerinin ilgisizliğinden de yakınmayı ihmal etmiyorlar. Başka bir Brod köyü sakini de, Makedonya kısmında kalan Yelovyana ve Urviça Gora köylerindeki ahalinin çoğunun Makedon pasaportlarına sahip olmadıklarının altını çizerken, hiçbir zaman Makedonya sınırları içerisinde yaşamamış olanlara Makedon vatandaşlığı verilmesinin kafalarda birçok soru işareti yarattığını belirtiyor.
Şu günlerde Gora’da ‘Gelecekten daha fazla korku’ duyulduğu için ne oldukları, nereden geldikleri ve ne hissettiklerini çok iyi bilmelerine rağmen bu değerler yüreklerde saklanıyor; Ve ahali herhangi bir milli mensubiyet kimliğine bürünmemeye çalışarak tarafsız kalmaya tercih ediyor. Bu sebebin altında yine terkedilmişliğe mahkum edilmek ve hiç kimsenin onlara sahip çıkıp destek sunmama korkusu yatıyor. Sadece pasaport dağıtanlar gibi sahip çıkmak isteyenlerin kötü emellerine alet olmamak, onların kimi milli değerlerinden uzak durmaya çalışmasının tek nedeni. Sarıldıkları tek değer İslamiyet olgusu olunca, Goralılar dışa ‘İslamlaştırılmış bir etnik gurup’ şeklinde yansıyor.
Ancak Gora’da milli ve dini değerlerin bilincinde olmayan veya olup ta kariyer yada şahsi çıkarlar peşinde koşturan, göz göre göre halkı asimilasyona itmek isteyen bir gurup ta mevcut. Maalesef bu mevcudiyet, aşırı milliyetçi Hırvat, Sırp, Makedon, Bulgar ve Arnavut kesimlerinin, onların büyük ulusal projelerinin çıkarına hizmet sunuyor. Böl ve yönet sistemiyle hareket eden bu aşırı milliyetçi kesimler için birilerinin isimsiz ve milli değerlerden uzak kalması, doğal olarak onların ‘büyük’ hedeflerine engel oluşturmuyor.
Maznikar: “Goralıların kimler olduğuna dair gerçekler Osmanlı arşivlerinde yatar” Gora üzerine çeşitli araştırmalar yapılıp ve çeşitli tezleri ileri sürüldüğünü dile getiren Brod’un “DAG” Kültür ve Araştırma Merkezi Başkanı Yahya Maznikar, (Suriye’de İslam Tarihi Fakültesi ile Prizren Yüksek Pedagoji Okulu mezunu) yapılan bu araştırmalar hakkında şunları anlatıyor: “1876 yılında Osmanlının ayrılışı ardından Rus Bilim adamı Yastrebov’un yapmış olduğu araştırmalar sonucunda Gora bölgesinde yaşayan halkın Rus asıllı olduklarını ileri sürmüştür. Yastrebov’un ardından bu bölgede araştırma yapan Bulgaristanlı araştırmacı Şişkov, “Bulgari Muhamedani” isimli eserinde Goralıları Bulgar asıllı Müslümanlar olduğunu tezini ortaya atar. Daha sonra Makedonyalı Todor Petrova ve Niyazi Limanovsko Gora’da yaptığı araştırmalarda burada yaşayan halkın Müslüman dinini benimsemiş Makedonlar olduğunu ileri sürer. Goralılarla ilgili ortaya atılan değişik tezlerden kimileri ise bura halkın Arumuni (Romanyalı), Bogumiller yada değişik soylardan geldiği ortaya atmıştır. Goralıların kimler olduğuna dair ortada duran soru işareti bura halkı için hassas konulardan biri olmuştur. Bizce Goralıların kimler olduğuna dair gerçekler Osmanlı arşivlerinde yatmaktadır.”
Bura halkı kendini hep Türk bildi, kendini öyle bildirdi.“1389 – 1876 yılları arasındaki dönemde ve Osmanlı belgelerindeki kayıtlara göre bu bölgede yaşayan Goralıların kendilerini Türk olarak bildirmişlerdir” diyen Maznikar, Osmanlı yönetiminin ayrılışı ardından 1971 yılına kadar ister Sırp-Hırvat-Sloven Krallığında, ister de Yugoslavya Sosyalist Federatif Cumhuriyetinde ve bu dönemlerin kayıtlarında Goralılar kendilerini Türk olarak bildirdiğini ifade ediyor. Birçok askeri ve doğum kayıt belgesi de bu halkın kendilerini Türk olarak bildirdiklerini kanıtlamakta. İkinci dünya savaşı sonra sonrası 1971 yılında baskı ve asimilasyon girişimleri sonucu Gora bölgesinden Türkiye’ye göçlerin yine ivme kazandığını kaydeden Maznikar, 1971’de Gora’dan 5000 kişilik bir gurubun daha Türkiye’ye yerleştiğini anlatıyor. “Osmanlı arşivlerinde Gora bölgesinde yaşayan halkın Türk olduğu ve Osmanlı’dan önce buraya yerleşen Türk kavimlerinden oldukları vurgulanmaktadır. Osmanlının ayrılışı ardından bura halkına yönelik Pan- Slavcılık ve asimilasyon hareketleri başlatılmış, direnenler ya öldürülmüş, yada göçe zorlanmışlardır. Bu asimilasyon hala günümüzde de açık olmasa bile dolaylı bir şekilde sürmektedir” diyen Maznikar, “Sizce Çanakkale savaşında, Plevle muharebesinde şehit düşen onlarca Goralı kendini nasıl hissetmiş olabilir ki, bura savaşlarda yaşamalarını feda edebilsin?” diye soruyor.
(Plevne muharebesinde Brod köyünden 94 kişi şehit düşmüş, sadece iki kişi, Raif Maslar ve Demir Kalinka sağ olarak köylerine dönebilmiştir. Çanakkale savaşında bu yöreden şehit düşenlerin sayısı 460’tır.)
Türkiye’nin daha fazla sahip çıkmasını istiyoruz.Türkiye devletinin bu insanlara bir an önce sahip çıkmasını isteyen Maznikar, bura halkı zor koşullar altında bu tür bir yaşama terk edilirse, Pan Slavizim faaliyetleriyle çok yakında hem dinini hem de kimliğini değiştirmek zorunda kalacağını ifade ediyor. “Türkiye Cumhuriyetinin üzerindeki yükün hayli ağır olduğunun bilincindeyiz ve bütün Türk Dünyası, Türkiye Cumhuriyetinden gelecek desteğe, en ufak bir yardıma bile ihtiyacı çok büyüktür. Ama ben yine de Türkiye’nin Goralılar’dan desteğini esirgemeyeceği konusunda iyimserim” diyen Maznikar, Türk KFOR’unun savaştan sonra bölgede sağladığı güvenlik, yürütmüş olduğu faaliyetler ve sunmuş olduğu yardımları övgüyle karşılayarak yere göğe sığdıramıyor. ‘Buraların tek ihtiyacı iştir, yatırımlardır, Türkiye’deki şehirlerle kardeş şehirler oluşturmaktır’ diyen Maznikar, Brod’tan 205, Dragaş Belediyesi genelinden 417 oy çıkaran Kosova Demokratik Türk Partisi’nin yöredeki faaliyetlerinin sadece seçim kampanyaları sırasında oy toplayabilmek için yapmış olduğu ziyaretlerle kısıtlı kaldığını ifade ediyor. Maznikar, Kosova Türk Eşgüdüm Bürosu, Anadolu Kalkınma Vakfı AKV ve Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi TİKA’dan daha fazla ilgi ve yardım beklediklerini de söyledi.
Biz Boşnak değiliz. Savaştan sonra Dragaş Belediyesinde Boşnaklaştırma faaliyetlerinin de hız kazandığını belirten Brod’un “DAG” Kültür ve Araştırma Merkezi Başkanı Yahya Maznikar, “Bizler Bosna ve Boşnakları severiz, onlara saygımız sonsuzdur. Ancak Goralılar olarak Boşnaklarla İslam dini dışında etnik, kültürel, giyim, yaşam tarzı, gelenek ve görenek olarak hiçbir ortak noktamız, hiçbir bağlılığımız yoktur. Kimi Gora köylerinde Boşnaklığı kabul edenler ortaya çıkmaya başladı. Fakat kendilerinin ne olduğunu itiraf etmelerinin zamanı da gelecektir. Bence savaştan sonra Gora’da Boşnaklaştırma fikrini yayan ve bunu destekleyenler batı devletleridir. Onlar için Gora’daki halkın kendilerine Türk demesinden ziyade Boşnak demesi daha faydalı. 1971 yılından bu yana da yapılan sayımlarda milli kimlik olarak bizlere ya Yugoslav dendi, ya Müslüman dendi, ya da Goralı dendi. Ama oradaki halkın kendilerini ne hissettiklerini, yüreklerinde neyin yattığını ben çok iyi biliyorum. Ve yüreklerdi o milli duyguların gün gelip rahat bir şekilde dile gelmeye başlayacağından eminim” diyor. Maznikar, Makedonya sınırları içerisinde kalan Urviça ve Yelovlyana köylerindeki Goralılara yönelik yürütülen tüm baskı ve asimilasyon girişimlerin başarısızlıkla sonuçlandığını, ora ahalinin milli kültürlerini korumaya ve kendilerine Türk demeyi başardıklarını belirtti. Ancak Arnavutluk sınırları içerisinde kalan Gora köylerinin yürütülen eritme politikalarının kurbanı olmaktan kurtulamadığını dile getiren Maznikar, “Yusuf ve Cemile” gibi türküleri aynı melodi fakat Arnavutçalaştırılmış şekliyle söylemek zorunda kaldıklarını ifade etti. Buradaki köylerin çoğunun boş olduğunu, genç neslin İngiltere gibi batı devletlerine göç ettiklerini kaydeden Maznikar, kalanlardan da kimilerinin kendilerine ‘Goralıyım’ demeye korktuklarını vurguladı.
Tarihi belgeler ve araştırmalar Goralılar hakkında ne diyor? Goralıların kimler olduğuna yada ırk veya etnik kökenlerine dair birçok tartışmalar yürütülmekte ve çeşitli tezler ortaya atılmaktadır. Bilim adamları, tarihçiler, sosyolog ve dilcilerin Goralıların kimler olduğuna dair bugüne kadar yaptıkları araştırmaların kimileri objektiflikten uzak, ya çok yüzeysel yada siyasi yönlendirmelerin etkisi altında kalır. Ancak bilim adamlarının fikirde oydaş oldukları çoğu araştırmalar, Osmanlı ordularının Balkan topraklarına çıktığı zaman Goralıları, Torbeşleri ve Pomakları isim olarak o şekliyle bulduğudur. Başta İslam dinine mensup olmaları gibi kültür ve yaşam tarzlarında ortak özellikler taşıyan bu halkların Goralı, Torbeş veya Pomak isimlendirilmesinden yola çıkarak, günümüzde Bulgar, Yunan, Arnavut, Sırp tarihçiler bu halkları çeşitli şekillerde kendi ırkları yada halkları olarak göstermeye çalışmaktadır. Onların İslamlaştırılmış Bulgar, Makedon, Sırp, Rus yada Yunan’lılar oldukları tez ve iddiaları hala güncelliğini korumaktadır.
10. ve 12. yüzyıllarda Kuzey Çin’deki Kuman ve Kıpçak ailelerinden gelen ve Balkanlara kuzeyden inen Pomak, Torbeş ve Goralılarla ilgili arşivlerdeki belgelere göre; ataları çok güçlü savaşçılar olan Kuman Türkleri, soydaş Hun, Avar ve Bulgar gibi Türk boylarının yolunu izleyerek ilk olarak Karadeniz’in kuzeyine yerleşmişlerdir. Karpat Dağları, Orta Avrupa ve Balkanlara ilerleyerek, Romanya, Bulgaristan ve Makedonya’ya yerleşirler ve yerleştikleri bölgelerin adlarını ve adlandırmalarını olduğu gibi benimserler. 1078 yılında Kuman Türkleri, Tuna ırmağının güney vadilerine daha önce yerleşen Peçenek Türkleriyle birlikte Bizans’a saldırır ve bir süre Edirne’yi muhasara altına alırlar. Kuman ve Peçenek Türkleri 1078 yılında Tuna ve Sava ırmaklarının güneyinde kurdukları federasyon 1091 yılına kadar sürer. Bu federasyonu bir tehlike olarak gören Bizans, bu kavimleri birbirine düşürerek, Macarların yardımıyla Bulgar Türklerini, Peçenek Türklerinin desteğiyle Macarları imha etti. Aynı taktiği kullanarak 1091 Lebunion savaşında para karşılığında kendine bağladığı Kuman Türklerini Peçenek Türklerine karşı kullandı. Böylece kurulan Kuman-Peçenek federasyonu bozuldu. 1154 yılına kadar Kumanların bir kısmı Kosova, Yeni Pazar ve Bosna’ya yerleşirken, bir kısmı da kuzeye dönerek bugünkü Romanya, Avusturya, Macaristan ve Çekoslovakya topraklarına göç ettiler. Kosova’nın güneyindeki Gora bölgesinde bulunan Mlika köyüne yerleşenler Balkanların ilk ve en eski camiini inşa ederler. Cami kitabesinde “1090 yılında bu camiyi Ahmet Ağa inşa ederken, onarımı da 1128 yılında tamamlanmıştır” yazılıdır. Söz konusu kitabe İslam’ın buraya Osmanlıdan önce geldiğini bir daha kanıtlamaktadır. Ayrıca burada bir hususa daha değinmek önemlidir. Tüm bu süreçte Kuman ve Peçenekler Balkanlara kuzeyden inerken aralarında İslam’ı benimseyenler de vardır. Aralarında tesettürlü kadınlar olduğu gibi, yüzleri örtülü, yakışıklı, cesur ve savaşçı Kuman ve Peçenek Türkleri vardır. O yüzden Osmanlı orduları Balkanlara çıkarken, 1389 Kosova Muharebesinden önce diğer yerlerde olduğu gibi Gora’da da İslam’ı benimsemiş, dillerinde ve yaşam tarzlarında orta Asya’daki eski Türk kültürüne özgü özellikleri yitirmeyen insanları bulmuşlardır. Osmanlıların Balkanlarda hızlı bir şekilde ilerlemesinin önemli bir faktörü de burada buldukları ve onlara yardımcı olup yol gösteren, Osmanlı saflarına geçen Kumanlar, Pomak, Peçenekler; yada Balkanlar’da bugünkü adlarıyla Torbeşler, Goralılar ve Boşnaklar olmuştur.
Dilcilerin yaptığı incelemeler göre, Torbeş ve Goralıların dil kökenleri, Türk şivesi Katage’ye, Kuman Oksugite ve Arapça’ya dayanmaktadır. Bu etnik gurupların milli kıyafetleri terlik, üç kısımdan oluşan yelek (pleten, srmen ve şaren), entari, cübe, sitarka, çorap, duvak, skutaça, nogavica ve altın süslü beredir. Düğünler beş gün sürer. Düğün boyunca başta yağlı güreş olmak üzere çeşitli yarışmalar düzenlenir. Düğünün ilk iki günü bayanlara, son üç günü de beylere aittir. Düğünlerde genelde Osmanlı bayrağı kullanılırken; “Yancariça”, “Dur kız sana kına sürülecek”, “Ömer amca”, “Nebet-Bedir Aleyn Savaşı” gibi uzun Türküler yakılır. Tarih ve sürekli değişen yönetim, rejimler boyunca bura insanların isim ve soyadları da sürekli dolarak değiştirilmiştir. Örneğin: Osmanoviç Bayro – Bayroski Osman – Osmani Bayro. Pomak, Torbeş ile Goralıların dost, kardeş ve anavatan olarak benimsedikleri Türkiye ve Türklerle olan dayanışmasının en somut örneklerini son iki yüz yılda meydana gelen 1877-78 Rus Türk savaşlarına Türk taraftarı olarak katılımıyla; ardından da aynı desteği esirgemedikleri Çanakkale ile Plevne muharebesinde görmek mümkündür.
Türk KFOR’u tarafından savaştan sonra Gora’da onarılan Zli Potok köy yolu ile yaptırılan menfez açılışı sırasında Goralı çocukların söyledikleri Türkçe şarkı, yöreden Çanakkale savaşına katılan büyüklerine adanan ve hala yakılmakta olan türkülerden biriydi: “Türklerin gemisi kırmızı delikli / İçindeki askerler aslan yürekli; Düşmanların gemisi yeşil direkli /İçindeki askerler tavşan yürekli; Kaçma düşman kaçma tutuklanırsın/Çanakkale boğazında teslim olursun...”Geçenlerde Sırpların yoğun olarak yaşadığı Ştırpce Belediyesi Koordinatörlük Merkezi tarafından Gora yöresine gönderilip dağıtılan yardımlar arasında domuz etinin de yer alması Gora halkını huzursuz ederken, yöredeki kimi aydınların tepkisini toplamıştı. Goralılar, kendilerinin İslam dinine mensup oldukları bilindiği takdirde böyle bir faaliyeti çirkin ve saygısızca bir girişim olarak nitelendirdiler. Sırbistan Milli Eğitim Bakanlığının yöredeki öğretmenlere maaş vermeye devam etmesi ve İslam dinine mensup insanlara domuz eti içeren bu gibi yardım faaliyetlerin sürdürmesi Pan Slavizim hareketlerinin açık bir göstergesi olsa gerek.
Turchin Kelimesinin almamı nedir? Turchin kelimesi üzerine durmak gerekir.balkanlarda eski kayıtlarda Balkan müslümanlarına turchin denmesinden kaynaklı kayıt altına alınırken Turchin(müslüman) diye kayıt edilmişlerdir.Bundan kaynaklıda bir takım sözde araştırmacılar bakın kayıtlarda Turchin yazıyor diyerek açıkça söylemek gerekirse çamura yatıyorlar.
Bugün bile Kosovaya gidin sorun bir insana müslümanmısın diye oda size %90 ı Turchin olduğunu söyleyecektir.Ben bulunduğum sırada Makedon bir ailenin yanında misafir kaldım bana sordukları soru şuydu; ' Turchin li si?' ben anlamadan '' ne yasam pomak '' dedim :-) soruyu tekrar edince müslümanmısın diye sormak istediğini anladım.Bu veri benim için önemliydi.Çünkü halk arasında müslümanlara Turchin deniliyordu ve bunu milliyet olarak lanse eden sözde tarihçileri boşa çıkartıyordu.
Makedonyadaki Torbeş kavramına gelince uzun bir yazıyı hak eden bir durum fakat kısaca Makedonyada ilk islamiyeti yayan Bektaşi gezginleridir(bu konuda ayrıntılı yazımı daha sonra paylaşacağım) ve bunlar sırtlarındaki torbalarla köy köy sürekli gezip kendi dergahlarına insanlar toplarlarmış.Bundan dolayıda halk arasında torbalı geliyor diye anılır olmuş.Bunun akabinde islamiyete geçenlerede torbalıların köyü denmeye başlanmıştır.Günümüze 'Torbeş' olarak uzana gelmiştir bu kelimedir...Balkan araştırmacısı öğretim üyesi maria todarova bunu belgeleriyle ortaya koymuş zaten evet müslümanlara genel olarak turchin yada turkski diyorlarmış. bunuda kökenine bakmadan söylüyorlarmış.
"Türko-İslami" tanımı gerek Balkan Müslümanlarının bizzat kendileri, gerekse onları "düşman" olarak gören Balkan milliyetçileri tarafından benimsenen bir tanımdır. Bugün başta Sırplar olmak üzere diğer tüm Balkan milliyetçileri, Boşnakları, Arnavutları ya da Pomakları, yani etnik olarak Türk olmayan ve Türkçe konuşmayan Balkan Müslümanlarını "Türk" olarak tanımlarlar. Bunun nedeni ise, etnik kökenleri ne olursa olsun, Balkanlar'daki tüm Müslümanların, aralarında yaşadıkları Hıristiyan uluslardan ayrı bir "millet" olarak algılanmalarıdır. Bu "millet"in ismi ise, her ne kadar etnik bir Türklüğü ifade etmese de, "Türk Milleti"dir. Florida Üniversitesi'nden Balkan tarihçisi Maria Todorova bu durumu şöyle açıklıyor:Balkan milliyetçiliği Ortodoks Hıristiyanların birliğini parçalarken, öte yandan tek vücut ve değişmez bir Müslüman cemaati imajı üretmiştir ve bunu da "millet" kavramı bazında görmektedir. Bir başka deyişle, Balkanlar'daki Hıristiyan halklar kendi aralarında milliyetçilik kıstasına göre ayrımlar geliştirirken, öte yandan Müslümanlara, sanki bu insanlar tek bir milletmiş gibi davranmışlar ve bu yönde bir söylem geliştirmişlerdir. Bu Hıristiyan uygulamasının en açık örneği, Balkanlar'daki tüm Müslümanlara, etnik kökenlerine göre bir ayrım yapmadan, "Türk" denmesidir. Bu, bölgede hala çok yaygın olan bir kullanımdır.
Öte yandan, Balkan Müslümanlarının geneli de, milliyetçi söyleme adapte olmadıkları ve Balkanlar'daki ulus-devlet oluşumları tarafından dışlandıkları için, kendilerini ayrı bir "millet" sayan bir toplumsal bilinci bugüne kadar korumuşlardır.Todorova'nın da belirttiği gibi, Balkan Müslümanları için dini kimlikleri her zaman için etnik kimliklerinden çok daha öncelikli olmuştur. Bulgaristan'da durum böyledir; "Bulgar Müslümanları" olarak tanımlanabilecek olan Pomaklar kendilerini Bulgarlardan çok Türklere yakın hissederler. Bosna'daki durum daha da belirgindir; Sırplarla ya da Hırvatlarla tamamen aynı etnik kökene sahip olan ve aynı dili konuşan Boşnaklar, bu iki halkla hiçbir zaman bütünleşmemiş, kendilerini hep Osmanlı ekseninde görmüşlerdir.
Balkan uzmanı Eran Frankel, aynı durumun Makedonya içinde de geçerli olduğunu vurgular. Frankel'e göre, "Makedonyalı Müslümanlar hiçbir zaman Makedonyalılık adına İslam'ı geri plana atmış ya da reddetmiş değildirler. Aksine, çoğu kez kendi Slavlıklarını reddetmişler ve Slav-olmayan bir İslam kimliğini benimsemişlerdir."2 Yine Frankel'e göre Makedonya'daki Müslüman Arnavutlar ya da Çingeneler, kendilerine Slav kimliğini benimsemektense, "Türk" olarak tanımlanmayı tercih ederler.İşte bu nedenle de, Türkiye'nin Balkan yarımadasındaki "uzantısı" olan halklar, yalnızca birkaç milyonluk Balkan Türk'ü değil, nüfusları 10 milyonu bulan Balkan Müslümanlarıdır. Çoğu etnik olarak Türk olmayan ve Türkçe konuşmayan bu insanlar, kendilerini aynı dili konuştukları Sırplardan ya da Bulgarlardan çok, Türklere yakın hissetmektedirler. Çünkü bu insanlar herşeyden önce "Osmanlı"dırlar ve Türkiye de Osmanlı'nın yegane mirasçısıdır. Tarihçi Maria Todorova, bu konuda şöyle söyler:Türkiye'nin Balkanlar'daki etkisi oldukça komplekstir. Bu etki, öncelikle Balkanlar'daki Türkçe konuşan nüfusa yöneliktir. Bu nüfusun büyük bölümü Bulgaristan'da yaşar, kalan kısmı ise çok daha az sayılarda Yunanistan, Romanya ve eski Yugoslavya'dadır. Ancak Türkiye'nin etki alanı bununla sınırlı değildir. Aynı zamanda Slav diliyle konuşan Müslümanlar da Türkiye'nin etki alanı içindedirler.
Todorova, Türk-olmayan Balkan Müslümanlarının kendilerini Türklükle özdeşleştirme eğilimlerine gösterge olarak ilginç bir noktanın daha altını çizer: 20. yüzyıl boyunca Balkanlar'dan Türkiye'ye göç eden Slav Müslümanlar (Arnavutlar dahil), Türk kimliğini benimseyerek Türk toplumu içinde asimile olmuşlardır. Bu durum, Todorova'ya göre, "Osmanlı mirasının Türk etkisine dönüşmesinin açık bir örneğidir."Dolayısıyla Türkiye'ye düşen, Balkanlar'daki etnik ve dini mozaiği iyi analiz etmek ve bu mozaik içinde, kendi tarihsel kimliğine uygun bir strateji belirlemektir. Bunu yaparken etnik, dini ve kültürel değerlerin dünya siyasetinde her geçen gün daha fazla önem kazandığını, dünyanın giderek daha artan bir biçimde medeniyetler arasındaki ilişkilerle tanımlanacağını da hatırlamak gerekmektedir. Dahası, Balkanlar, etnik, din ve kültür gibi kavramların en etkili olduğu bölgelerin başında gelmektedir.Onu bunu anlamam Yesam Pomak eytako to goranski Gora pomakçada yukarı yüksekte demek balkan tulumba bu insanların kültürüdür.(ninem derdi)bizimle dil kültür olarakı aynılar ve bu insanların kendilerini Türk olarak kabul etmelerinde hiç bir sakınca yoktur Türklerden gördükleri hoş görüyü Balkanlarda Sırptan mı yoksa Bulgardan mı gördüler biraz daha genel düşünün bizim için dilimiz tabi önemli yalnız dinimiz daha önemli dahil agam diyordu sırp için müslümanmı tamam isterse kardeşi olsun hemen roketi atar diyordu Bulgarlar tarihteki en lanet edilmiş milletlerdendir Herhalde biz kendimize bakalım bize kucak açılmış bu ülkenin menfaatlerini düşünelim ırkdaşlığı boş verelim yaşasın Türkiye ben Slav kökenliyim diyorum kimse tepki vermiyor neden versin ama bizi kullanmak isteyen bazı çevreler olabilir var demiyorum dikkat edilmesi gerekir bizi kendilerinden farklı görmeyen bu güzel ülkenin güzel insanları ile kanımızın son damlasına kadar ben varım eminim sizde VARSINIZ bırakın Goralılar Türküm desin onlar bu kelimeyi Türklükle Müslümanlığın aynı sayıldığı için kullanıyorlardır he bu kimseyi de rahatsız etmesin
BU İNSANLAR KENDİ ARALARINDA GORALIYIM DİYOR YALNIZ HİRİSTİYANLAR SORDUĞUNDA TURSKİ DİYOR ÇÜNKÜ BALKANLARDAKİ HİRİSTİYANLAR MÜSLÜMANLARA GENEL OLARAK TÜRSKİ DİYORDA ONDAN GORANLARDA MÜSLÜMAN OLDUKLARINI BELLİ ETMEK İÇİN KULLANIYORLAR